Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Kaleminden İstanbul
Dünyanın en güzel şehirlerinden İstanbul’un eski hallerini ancak kitap satırlarından okuyup öğrenebiliyoruz ve bunun için müteşekkir olmamız gereken kişilerden biri de usta edebiyatçı Ahmet Hamdi Tanpınar. Beyazıt Meydanı’ndan Yeni Cami’ye, Beylerbeyi’nden Sarıyer’e, Üsküdar’dan Çamlıca’ya, Kandilli ’den Emirgan’a… Yazdığı dört roman ve pek çok yazısında İstanbul semtlerinin, İstanbul yaşamının, İstanbullu karakterlerin ve hatta kimi tarihi yapıların izini sürmemize olanak sağlıyor. Biz de içinde İstanbul geçen Tanpınar satırlarından alıntılar yaptık sizin için… Ve o satırlara eski İstanbul fotoğrafları eşlik ediyor…
“Boğaz vapuru başka türlü bir kalabalıkla doluydu. Orası Ada gibi, asıl İstanbul’un çöküş devrinde, bir mevsim denecek kadar kısa bir zamanda ve adeta birden oluvermiş, zengin, müreffeh, her hususiyetini paranın düzenleyip ayarladığı, geniş asfalt yollu, çiçek tarhı kılıklı sayfiyesi değildi. O başından beri İstanbul’la yaşamış, onun zengin olduğu zamanlarda zengin olmuş, çarşı ve pazarını kaybedip fakir düştüğü zamanlarda fakir olmuş, zevki değiştiği zaman, kendi içine çekilmiş, hayatında geçmiş modaları elinden geldiği kadar muhafaza etmiş, hulasa bir medeniyeti kendine ait bir macera gibi yaşamış bir yerdi.”
“Evimiz Şehzadebaşı ile Horhor arasında yukarıda camiinden bahsettiğim Elâgöz Mehmetefendi mahallesindeydi. Bu mahalle camiinin etrafına toplanmış beş sokakla onların açıldığı bir tramvay caddesine muvazi ve oldukça geniş, öbürü Aksaray tarafında onun karşılığı, fakat kargacık burgacık iki sokaktan ibaretti. Dört evliyamız, camiden başka bir ahşap mescidimiz, biri Lale devrinden diğeri biraz daha evvelden kalma iki medresemiz, birinin içinde “Yeşil Tulumba” adı verilen bir de soğuk su kuyusu bulunan birkaç kişilik mezarlığımız vardı. Bu yeşil tulumbanın önünden biraz aşağı inildi mi Ağayokuşu’na ve Şirvanizade’nin Ekşi Karadut mahallesindeki konağının bulunduğu arsaya inilirdi. Mahallenin tramvay caddesine bakan tarafında Hamamizade İsmail Efendi’nin babasının kiralamış olduğu hamam vardı.”
“…bir İstanbullunun gündelik hayatında bulunduğu yerden başka tarafı özlemesi çok tabiidir. Göztepe’de, hışırtılı bir ağaç altında bir yaz sabahını tadarken küçük bir ihsas, teninizde gezinen hiçten bir ürperme veya gözünüze takılan bir hayal, hatta birdenbire duyduğunuz bir çocuk şarkısı sizi daha dün ayrıldığınız bir Boğaz köyüne, çok uzak ve değişik bir dünya imiş gibi çağırır, rahatınızı bozar. İstanbul’da işinizin gücünüzün arasında iken birdenbire Nişantaşı’nda olmak istersiniz ve Nişantaşı’nda iken Eyüp ve Üsküdar behemehâl görmeniz lâzım gelen yerler olur. Bazen de hepsini birden hatırladığınız ve istediğiniz için sadece bulunduğunuz yerde kalırsınız.”
“Ah eski İstanbul, İçten içe kaynaşan hayatıyla, durmadan çarpışan ihtiraslarıyla, kin ve sevgileriyle, birdenbire coşan nefretleriyle, kaynayan sular gibi içten dönen ve derinleşen dolaplarıyla, daima kızdırılmış bir kaplan atılmağa, parçalamağa hazır ocaklarıyla, tekkeleriyle, esnafıyla, o kadar parça parça, dağınık göründüğü halde istediği gün, sokakta, çarşıda, meydanda birdenbire birleşen, acayip ve korkunç bir mahlûk gibi halka halka büyüyen, genişleyen, okyanuslar gibi homurdanan, önüne çıkan her şeyi yakıp yıkan, devirip altüst eden, kadını erkeğini tamamlayan halkıyla her türlü canlılığın üstünde canlı şehir.”
“İbrahim Paşa sarayının birkaç türlü ehemmiyeti vardır. Evvela 16. asırdan olmasıdır. Bu itibarla Sultanahmet Camii ondan sonradır. İkinci olarak sivil mimarî eserlerimizdendir. Herkes bilir ki, yurdumuzda dini eserlerin büyük bir çoğunluğu muhafaza edilmiştir. Fakat sivil mimari eserler, saraylar, köşkler, konaklar yangın ve isyanlarla harap olmuştur. Öyle ki koca İstanbul’da, Topkapı Sarayı hesaba katılmazsa, han, köşk, yalı olarak on, on beş eser ancak bulunabilir. İbrahim Paşa sarayı tarih sırasıyla bu hususi mimarinin en evvel yapılanıdır. Bu cihetle eşsiz bir vesikadır. Sonra, şaşırtıcı derecede güzeldir, asildir. Biraz himmetle şıkır şıkır parlayan bir âbide olur. Ona dokunulmamak icap eder, hatta icap ederdi…”
“Henüz yelken mevsimi değildi. Fakat Boğaz’da kayık mevsim işi değildir. O, Boğaz’ın tabii vasıtası, her saat başvurulan çare, her mizaca göre spor, eğlencedir. O kadar ki, bir Newyorklunun neden bir Ford veya başka bir marka otomobille doğmadığına şaşmayanlar bile, Boğaz’da doğan çocukların beraberinde bir sandalla dünyaya gelmediklerine şaşırabilirler. Onun için hiç kimse Mümtaz’ı sandalında ve bu sandalı Kandilli iskelesinde görünce şaşırmadı. “
“Onu her görüşünde –evinde yaşadığına göre bazı günler her an- kendisini Parmakkapı’yla Tarlabaşı arasındaki o girift sokaklarda zannediyordu. ‘Zavallı kız…’ diye başını salladı. Belki de tam böyle değil, belki de beraberinde sadece o sokakların hasret ve kaderini taşıyordu. ‘Ve istiyor ki benim elimle oraya girsin, mukadder hayatına başlasın!” İçinde doğduğu, yaşadığı muhitin, Marie’ye çizdiği kader buydu. Meğerki çok büyük ve mesut bir tesadüf olsun… Böyle bir tesadüfün kapısını da Beyoğlu açabilirdi…”
“Vefa ile Küçükpazar arasında, bir yokuşun üzerinde harap bir medresede -âdeta bir baykuş gibi- oturan Deli Seyit Lûtfuilah, Şehzade Camii’nin biraz aşağısında, Burmalı Mescit taraflarında aşı boyalı, cephesi bitmek tükenmek bilmeyen bir konakta atlı arabalı muhteşem bir hayat süren Tunusluzâde Abdüsselâm Bey, Hırkaişerif’te Halvetî Dergâhı’mn arkasında oturan Avcı Naşit Bey, Vezneciler’de bir eczane işleten ve bu çok Müslüman semtin nadir Hıristiyan ileri gelenlerinden olan Eczacı Aristidi Efendi, Nuri Efendiyi sık sık ziyaret ederlerdi.”
4,469 okunma